Fihi ma-fih.. Adı gibi ne varsa içindedir..
Orada geçer,
"Dünyada unutulmaması gereken birşey var. Herşeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Fakat herşeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış olursun. Hani bir padişah seni belli bir iş için bir köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka yüzlerce iş basarsan, hangi iş için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya, hiçbir iş başarmamış sayılırsın. Şu halde insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir. "Gerçekten de biz, arzettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara. Derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu yükledik insana; şüphe yok ki çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hale geldi o." O emâneti göklere arzettik, kabul edemedi. "
Bu verilen tek görev, mühim emanet nasıl bir şeydir ki, O, göklere, yeryüzüne ve dağlara arz ediliyor? Onların "çekinmesi" nedir? Ve bu kıymetli emaneti kabul eden "insan" nasıl bir cahildir? Nasıl bir zalimdir? Yoksa emaneti kabul etmenin tek şartı cahil olmak mıdır? İnsani aklın bittiği yerde mi gerçek ilim başlar? İnsan kendi nefsine zalim olduğunda mı bu emaneti hakeder?
Ve devam ediyor Mevlana,
"And olsun ki Ademoğullarını ululadık" dedi, "Göğü, yeri ululadık" demedi. Şu halde insanın elinden bir iş geliyor ki, ne göklerin elinden geliyor o iş, ne yerlerin, ne dağların. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik. Amma sen, "O işi görmüyorsam bunca iş görüyorum ya" dersin; dersin amma seni öbür işler için yaratmadılar ki. Bu, şuna benzer: Padişahların hazinelerinde bulunabilen, değer biçilmez bir çelik Hint kılıcını tutmuşsun da kokmuş öküz etine satır olarak kullanıyor, sonra da boşu-boşuna bırakmadım ya, böylesine bir işe kullanıyorum onu diyorsun. Yahut da zerresiyle yüzlerce tencere alınabilen bir altın tencereyi getirmişsin, içinde şalgam pişiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmiş bir bıçağı kırık bir kabağa mıh yapmışsın da diyorsun ki; İş görüyorum; kabağı ona asıyorum, şu bıçağı öylece bırakmıyorum ya. Acınacak, gülünecek işler değil de nedir bunlar? O kabak, bir pul değerindeki bir tahta, yahut demir çiviye de asılabilirken yüz dinarlık bıçağı bu işe kullanmak, akıl işi midir ki? "
Ve der ki sonra yolu göstermek için,
"Ona karşı iki "ben" olamaz; oraya iki "ben" sığamaz. Sen de "ben" diyorsun, o da "ben" diyor. Ya sen onun Önünde öl, ya O senin önünde ölsün de ikilik kalmasın. Fakat O ölmez, buna imkân yok. Ne dış âlemde ölür O, ne zihinde; çünkü "O, bir diridir ki ölmez". Mümkün olsaydı ikilik kalksın diye senin için ölürdü de hani; bu kadar da lütfü vardır O'nun. Madem ki O'nun ölmesine imkân yok, sen öl de o, sana tecelli etsin, ikilik kalksın-gitsin. İki kuşu birbirine bağlasan, ikisi de aynı cinstendir, iki kanat dört kanat olmuştur, fakat gene de uçamazlar; çünkü arada ikilik vardır. Fakat ölü bir kuşu, diri bir kuşa bağlasan diri kuş uçar; çünkü ikilik kalmamıştır.
Güneşte öylesine bir lütuf var ki yarasaya karşı ölür; amma buna imkân yoktur da a yarasa der, lûtfum herşeye ulaşmış, sana da ihsanda bulunmayı isterim. Sen öl; çünkü senin ölmen mümkün. Öl de ululuk ışığımdan faydalan, yarasalıktan çık, yakınlık Kafdağı'nın Zümrüdüanka'sı ol."
İslam filozofu diye bilinen Sühreverdi Kırmızı Akıl hikayesinde 1170'li yıllarda Kaf'tan ve Hayat Kaynağı'ndan bahseder. Aslında bu simgeler bizim edebiyatımızda hep vardı, ama biz onları anlamamız gerektiği gibi anlamaya çalışmadık. Ve tabii kendi zamanında da anlaşılamadığından tıpkı Hallac gibi, Nesimi gibi, Şems gibi, Sühreverdi de idam edilerek öldürüldü. Ama ilginçtir ki, ne yazık ki, din adına öldürüldüler.
Günümüzde de anlayış değişmedi, bu yüzden gizliler, zaten aradıkları "kalabalıklar" değil, nerde kalabalık varsa oradan şüphe ederim, yıllarca bu insanların çevresinde gerçek halini bilen bilemedin 5 bilemedin 10 kişi olmuş, Somuncu Baba gibi halkın içine karışmışlar, iş görmüşler, kral gibi yaşamamışlar... Eminim yine gizlilerdir... Ama asla dünyayı boş bırakmadılar.